Mehmet Yavuz Ay
15 Şubat 2023 Çarşamba 00.05 Ankara
14 Şubat Salı günü, babaları kader arkadaşım olan iki genç avukat ve onların arkadaşı mimar bir gençle deprem bölgesine gitmeye karar vermiştik.
“Bu yaşta bu riski nasıl aldın?” diyen arkadaşlarım oldu. Gençler eş ve bebeklerini baba ocağına bırakıp Ankara’dan beni alacaklar. İstanbul’dan geliyorlar.
Yatacak yiyecek içecek olmayan yerlere; artçı depremlerin sürdüğü bir yolculuk için neler almalıydım. Hızla liste yapıp toparlanmaya çalıştım.
Eşyanın insana egemen olduğu modern zamanlarda; ağırlıklarımızın arttığını, kesifleştiğimizi, yeryüzüne yapıştığımızı hissediyorum.
Eşim ve kızım sık sık “şunu unutma şunu da al” diye ikaz cümleleri kuruyorlar. Ne çok alınacak şey varmış. Öyle ya, konforlu bir hayattan yüzlerce yıl geriye gitmek hiç kolay değil.
Küçük bir spor çantanın yanında evrak çantası… Atıştırmalık yiyecekler konmuş birçok poşet… İlâçlar, peçeteler, ıslak mendiller, not defterim, kalemler…
Depremden, gecenin koyu karanlık derin saatlerinde yakın akrabam bir hanımefendinin aramasıyla haberim olmuştu. Öyle uyanmak bir korku zincirini tetikliyor. Televizyonu açıyorum ortalık birbirine girmiş.
Gün bitme sularında… Yeni günün ilk dakikaları: 00.05 … Besmele ile çıktık yola. Güzergâhımız: Ankara- Osmaniye- Dörtyol- İskenderun-Antakya-İslahiye, Nurdağı- Gaziantep -Pazarcık – Kahramanmaraş- Osmaniye – Adana – Ankara.
Şafak söküyor… Rüzgarlı, sert ve soğuk bir Adana şaşırtıyor…
Sabahın o saatinde onlarca gençle, küçük ve eski dinlenme tesisinde, çorba bulunacak son noktadayız.
Namaz ve çorba. Ruhumuz ve bedenimizin işaret taşları…
Adana’yı dönüşe bırakarak Osmaniye’ye yol alıyoruz. Uzak tepeler kızıla boyalı. Umutların, silkinmenin, küllerinden doğmanın, yaraları sarmanın fırsatı yeni bir gün… Bahşedilmiş yeni bir gündür kapımıza dayanan…
Dörtyol’da depremle hemhâl olan kadim İslahiye’li arkadaşım İstanbul’a gitmiş.
İskenderun’a devam ediyoruz. İlk durağımız liman. Günlerce yanan ve bir türlü söndürülemeyen konteynerler yangını… Lübnan Beyrut’taki facianın eşiğine gelinmiş. Gübre ve gaz silolarının bulunduğu alana ramak kala söndürülebilen, depremden artakalan İskenderun’u yok edebilecek şiddetli patlamalara neden olacak limana…
Denize çok yakın, beton medeniyetinin devasa çok katlı apartmanları önündeyiz. Geriye yatmış bir binanın etrafını dolaşıyoruz. Arka tarafa çökmüş binada ciddi hasar oluşmuş. Gevşek zemin üzerine yapılan binanın bodrum giriş ve çıkışları kapanmış. Son model yeni lüks araçları çıkaramamışlar.
Binanın bekçisiyle konuşuyorum:
“Bu daireler kaç liraya alınıp satılıyordu?”
“10-11 milyon.”
Depremden önce 10 milyonluk servet gibi görünen duvarlar mezar, çoğu zaman yemekten sayılmayan bir tas çorba, hayata bağlayan en büyük nimet, en büyük servet oluvermiş…
Denize nazır üst katlardan, mutlu ve kayıtsız aşağılara ötelere bakanlar, ikiye bölünmüş varillerde yakılan ateşlerin başında, sıradan halkımızın arasına, “sine-i millete dönmüşler nihayet…
Toprak kaymasını zihinsel kaymalar izlemiş durmuş…
Konuşma imkânı bulduğum kamu görevlisi, ne çok şey söyledi… Resmî görevlilerin, televizyonların görmediklerini, söylemediklerini…
“Her şey güzel gidiyor, devlete lâf söyletmem” diyenlerle
Canla başla çalışan kamu görevlilerinin, STK’ların alınterini görmezlikten gelerek
“Nerede devlet?” diye bağıranların
Ayrıştığı, birbirinden koptuğu, kalplerin parça parça olduğu derin fay hatlarının kıyısında: Acılarımızı hüzünlerimizi paylaşamaz, yanlışları, ihmalleri, kasıtları, yetersizlikleri soğukkanlılıkla konuşamaz haldeyiz…
Neler söyledi vicdanı temiz kamu görevlisi:
İlk iki gün deprem sahası, enkazlar organize çetelerin soygununa uğradı. Arama kurtarma ekipleri enkazlara sokulmadı.
Güvenlik güçleri üçüncü gün sahaya hakim olmaya başladı.
Deprem en az 90-100 saniye sürdü.
Dağlık kesimlerde yıkım çok az oldu. İskenderun merkez yıkıma uğradı.
Eski devlet hastanesi tamamen yeni hastane kısmen hasara uğradı. Birçok kamu binası da yıkıldı.
TOKİ konutları ayakta kaldı.
Depremin onuncu gününde bile, gönüllü olarak İskenderun’a gönderilen güvenlik personelinin kullanılamadığına şahit oldum.
Şu an en büyük problem su. Yiyecek ve barınma sıkıntısı yok.
Evlere giriş engellenemedi. Eşya, para, altın v.s. almak için evlere girenler ikinci depreme yakalandılar.
Enkazlara geç müdahale ölümleri çok arttıracaktır. Açıklananın çok üstünde ölen var.
İddia edilenin aksine talan ve soygun yapanların çoğu Suriyeli değil içimizden çıkan insan müsveddeleriydi.
İskenderun’u geride bırakarak Belen’e tırmanıyoruz. Atıştırmalıklara, böreklere rağmen acıkmışız. Ne çok yiyoruz. Yedikçe daha çok acıkıyoruz galiba. Tepelerde ekip olarak açık bir yer bakıyoruz.
Antakya’ya giden yol rahat. İkindi vakti. Antakya’dan gelen yol müthiş yoğunlaştı. Eşyalar, hayvanlar yüklü kamyonetler kamyonlar… Otomobiller… Karmaşık bir telaş, gerginlik hissediliyor. Hava kararmadan deprem bölgesinden çıkmaya çalışanların kilometrelerce araç konvoyundan negatif elektrik yayılıyor adeta…
30 yıl önce görev yaparken gördüğüm Amik Ovası’na Amanos dağlarından bakıyorum. Mümbit ova, tahıl-meyve-sebze elde edilen bereketli topraklar, yapı istilâsına uğramış.
Akşam oluyor. Saat 17.45 suları. Antakya’ya giriyoruz. Şehir merkezine girmeye çalıştık ama nafile. İş makineleri, ambülanslar, itfaiye, asker ve polis araçları. Her yanda savrulan tozlar… Ağır bir koku… Ceset kokusu… Burnuma adeta yapıştı koku. İslahiye, Nurdağı, Maraş o kokunun yoğunluğu içime işledi.
Osmaniye’de, İskenderun’da hissetmediğim ürpertiyi, acıyı, duygu kaybını, donmayı, kelimelerin boğazıma dizilişini burada tattım. Hiroşima, Nagazaki, Antakya’yı izahta yetersiz. Kadim bir şehir, Habib-i Neccar’ın şehri; kente dönüştürüldüğü çok katlı beton evlerle, insanlarla yerle bir olmuş. Kıyameti kopmuş Antakya’nın. Yıkım o denli yoğun ki ara yollar kullanılamaz halde.
Epey dolaşarak İl Müftülüğü önünde konuşlanan IHH arama kurtarma ekibinin yanına ulaşabildik. Yanmış bir binanın önünden geçtik. Sonradan yapılmış yangın merdiveninin binadan ayrıldığına, her an yola devrilebileceğine de şahit olduk. Depremin etkili olduğu yerler Amik Ovası ve diğer ovalık düz alanlar. Dağlık kesimler uzaktan da olsa gözlemlediğimiz kadar ayakta.
Kurtarma ekibiyle sohbet ediyoruz. Hava kararmaya başladı. Bastığım toprak parçasından vücuduma durmaksızın titreşim yayılıyor. Yerde kaynayan çıkış arayan gerilim başıma vuruyor. Yer hiç durmaksızın beşik gibi sallanıyor. Binlerce artçının ötesinde sürekli bir deprem sağanağı var. Habib-i Neccar Camii de yıkılmış, görmeye gidemedik. Antakya bomboş …Antakya ıssız… Antakya yalnız. Şehrin sahipleri gitmişler. Şehri bekleyenler, sakin ve mütevekkil, yaktıkları ateşlerin etrafında oturan Suriyeli kardeşlerimiz.
Geceyi, 30 yıl önce görev yaptığım İslahiye’de geçirmek üzere yola çıktık. Merkezi İslahiye olan IDEA Uluslararası İnsanî Yardım ve Eğitim Derneği’ne 22.00 sularında ulaştık. Karanlık olmasına karşın yıkımın şiddeti ve büyüklüğü anlaşılıyor. Eski dostlarımızla sarılıyor, acılarına ortak olmaya çalışıyorum. Yorgun, üzgün ve hüzünlüler. 11000 civarında evin 9000 ‘i kullanılamaz hale gelmiş. TOKİ Konutları burada da sağlam çıkmış depremden.
IDEA’nın merkezi sapasağlam ayakta. 5 katlı tasarlanan bina 2 katlı yapılmış. Bina içinde temel ihtiyaçlar karşılanıyor. Yemek ikram ettiler. Onları zor durumda bırakmamak için arabada geceledik. Gece rüzgârlı ve soğuk. Geniş bahçenin iki ucunda nöbet bekleyen sarı yelekli görevliler var.
Uyku tutmadı. Arabadan çıktım. Bahçede turlamaya başladım. Ateşin başında dondurucu soğukta nöbet bekleyen gurubun birisinde dernek başkanı ve yardımcısı var. Ateşin başına oturduk . Birlikte nöbet tuttuk. Ezgiler söyledik. Gece gözyaşlarımızı örttü.
Bu ülkenin alnına Faşizmin kara lekesini süren, hergün mülteci avına çıkan, yakılan, öldürülen Suriyelilerin kanında canında vebali olan insan müsveddeleri!
Kararmış vicdanlarınıza tarihin önünde; Antakya’nın, İslahiye’nin ve ekibimizin şahitliğini sunuyorum. İlgililer diyor ki:
“Suriyeliler geldiğinde bizim halkımız onlara çorba dağıtıyordu. Depremden sonra Suriyeliler bizimkilere çay çorba servisi yapıyor. Burada çalışan gönüllülerin çoğu Suriyeli. Hırsızlığa karşı nöbet tutanlar da Suriyeliler”…
16 Şubat 2023, Perşembe
Saat 07.00 de hareket ediyoruz . İslahiye merkezi dolaşıyoruz, kimse yok. Nurdağı’na hareket ediyoruz. Tıpkı İslahiye gibi belki daha fazla Nurdağı ‘da yok olmuş gibi. Ceset kokusu artıyor. Ovaya değil dağlık bölgelere yapılmış TOKİ Konutları, burada da zarar görmemiş… Araba galerilerinin çok yaygınlaştığı Nurdağı’nda, kimisi ezilmiş dağılmış tozlanmış yüzlerce yeni araç, öylece bırakılıp gidilmiş… Hayat emaresi burada da yok.
Kahramanmaraş’ta sonradan iskâna açılan düzlüklerde, örneğin Trabzon caddesinde yıkım çok olmuş. Maraş’ta hayat emaresi var. Bir ekmek fırınının önünde yüz metreden fazla kuyruk vardı. Dağın eteğindeki yerleşim alanlarında hasar çok az. Deprem ve diğer afetlerde ekmek fırınlarının yakıt çeşitliliğinin sağlanmasının önemi anlaşıldı. Doğalgaz ve elektrik yokluğunda fuel oil, motorin, veya odunla da yemek pişiren fırınlara ihtiyaç olduğunu tecrübe ettik.
Türkoğlu civarında AFAD Deposunun hasarlı olduğunu gördük.
Maraş’ta hükümete yakın STK temsilcileri, AFAD ve diğer kurumlar hakkında kimi eksiklikleri dile getirdiğimde benzer tepkiler veriyorlar: “Biz devlet milliyetçisiyiz!”
Dine dayalı milliyetçilikten, Türk-İslam sentezcisi milliyetçiliğe, oradan seküler ulusalcılığa uzanan ideolojiler…Kişi esaslı milliyetçilikler…
Kutsalların yegâne belirleyicisi Yüce Yaratıcı’yı merkeze alan dünya görüşünden, seküler kutsallar üreten yeni dünya görüşlerine evrilen karmaşa…
Kişi kutsallaştırması ile kişi merkezli yeni din anlayışları …
Muhafazakâr ortak koşmanın adı “Devlet milliyetçiliği” olmuş.
Tüm bu çöküş anaforlarına, muhafazakârlığa ikna edilmiş dindar Müslümanların eklenmesi utanç verici…
Yeni kutsallar yeni tanrılar yeni kulluklar… Mahiyeti ve maliyeti henüz hesaplanamamış manevî yıkımlar… Hepsi, fizikî depremlerin öncüsü olarak hayatımıza dahil oluyorlar…
Sonuç olarak:
Depremlerin mahiyetini kavramada geç kalan Hükümet,
Önceki depremlerden dersler çıkarıp organizasyonunu tamamlamaktan aciz kalmış ve ehil yönetici eksikliği olan AFAD,
“Topal Ördek” olmaktan rahatsız olmayan üst düzey yöneticiler,
İlk iki gün sahada olmayan güvenlik güçlerinin yol açtığı kayıplar
Yıkıcı, anlayışsız, sorumsuz, sorunun parçası, plânsız programsız muhalefet,
Menfaati uğruna tüm değerleri çiğneyebilen insan ve toplum gerçeğimiz,
Fazla iyi niyet, fazla eleştiri bataklığında kaybolan hakikat…
Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi:
“Kürt sorunu, Arap sorunu, Arnavut sorunu, Türk sorunu yoktur. İslâm milletinin parçalanmışlık sorunu vardır.”
Bütünlük için çalışmayan fert ve toplumların fay hatları canlı kalmaya devam edecektir.
Yorumlar (0)
Yorum Gönderebilirsiniz